KONYA GENÇLERİYLE KONUŞMA
KONYA
20 MART 1923
Sayın Gençler,
Gerçekten bu millet yüzyıllarca kendi arzusu dışında, milletin isteklerinin ve çıkarlarının aksine olarak yöneltilmiş, millet hiçbir tarih döneminde doğuştan var olan kabiliyetini geliştirecek çalışma ortamına sahip olamamıştır. Ve bu olanaksızlıklar yüzünden birçok felaketlerde zayıf kalmıştır. O acı felaketler milleti felakete götürebilecek nitelikte idi. Millette en önemli uyanışların doğmasına neden olan bu son ölüm darbelerine (adeta) teşekkür borçluyuz. Ancak bu sayededir ki, üç buçuk, dört yıldır milletin yaptığı uyumlu çalışmalar sonucunda millet, hepimizi memnuniyete, dünyayı hayrete, düşmanları dehşete düşüren zaferlere, başarılara ve Tanrının yardımına sahip oldu. Bizi kendi benliğimize sahip yapan bu uyanmaya, bize kendimizi bulduran bu hakiki uyanışa daha önce sahip olsaydık, daha eskiden kendi varlığımız, kendi kurtuluşumuz, kendi gayemiz için çalışmış olsaydık, bugünkü sonuç daha parlak olur ve biz son felaketlere uğramayarak dünyanın en mutlu milleti olurduk. Milletimiz en yüksek medeniyet derecesinde, en parlak olgunluk derecesinde, en şanlı güç olma yolunda iken, diğer bir takım milletler ancak milletimizin darbeleri karşısında kendi benliklerini bularak o darbeleri geçtikten sonra bu günkü duruma gelmişler, biz ise onlardaki uyanıklığa karşı çok derin gafletler içine batıp bugüne gelmişizdir.
Her yerde söylüyoruz, her yerde söylüyor ve tekrar ediyoruz, milletin bugünkü zaferi çok parlak olmakla beraber henüz milletimiz hakiki kurtuluşa erişmemiştir.. Belki bundan sonraki çalışmamız, zaferi kazanmada olduğu gibi aynı yardımlaşmayla, aynı fedakarlıklarla yapılacak çalışmalar sonucunda asıl amaca ulaşacağız. O amaca ulaşmak için de her şeyden önce bizi şimdiye kadar gaflet içinde bırakan nedenleri ve etkenleri incelemek, meydana çıkarmak ve tekrar tekrar söylemek lazımdır. Bu geçekleri, milletin vicdanına iletmek, bu gerçekleri, milletin vicdanına iyice yerleştirmek için onları bir kere, beş kere daha söylemek, onları daima ve daima tekrar etmek lazımdır. Milleti uzun yüzyıllar gaflette bırakan çeşitli sebepler arasında hakiki noktayı, bir kelime ile ifade etmiş olmak için diyebilirim ki, bütün sefaletlerimizin kesin nedeni zihniyet meselesidir. İnsanlar ve insanlardan oluşan toplumlar her şeyden önce bütün kişileriyle sağlıklı bir zihniyete sahip olmalıdırlar. Zihniyeti zayıf, çürük, yanlış, boş olan bir toplumun bütün çalışması boşunadır. İtiraf etmek zorundayız ki, bütün İslam dünyasının toplumlarında hep yanlış zihniyetler hüküm sürdüğü içindir ki, doğudan batıya kadar İslam memleketleri düşmanların ayakları altında çiğnenmiş ve düşmanların kölesi olmuştur.
Bu fikrimi açıklamak arzusu ile biraz daha ayrıntıya girmek isterim. Hepinizce bilinmektedir ki, Cenabı Peygamberin, ayet hükümlerini bildirmeye memur olduğu tarihte, komşu ülkelerde çeşitli kavimler vardı. İslam dinini bütün insanlığa kabul ettirmek için, Allah yolunda kılıç çeken Araplar, yüzyıllarca yüksek medeniyet yaşamış milli geçmişlerine, gelenek ve göreneklerine sahip bir çok kavimleri, Türkler, İranlılar, Mısırlılar, Bizanslılar gibi milletleri az zamanda İslamiyet çemberine aldılar. Yine teknik, bilimsel ve maddi olarak görüyorsunuz ki, herhangi bir kavim yeni bir şekil alınca, devleti bütün esaslarıyla kabul etmekte, benimsemekte zorluklarla karşılaşıyor. Daima uzun bir geçmişin kendi varlığında yaşadığını görüyor. Daima asırlık medeniyetinin kendi sosyal bünyesinde yerleştirdiği alışkanlığa, inanca bağlı kalıyor ve böyle her yeni bir şey alan kavimlerde yeni ile eskinin birbirine karıştığını, yeni şeyin esaslarıyla, kendinde varolan esasların kaynaştırıldığını görüyoruz. Bu tabii kural, İslamiyeti kabul eden milletlerde de aynen meydana geldi. İslam dininin açık seçik çok büyük, çok kıymetli esaslarını ve gerçeklerini bu milletler olduğu gibi almamakta inatçı davrandılar. İslamiyetin ilk parlak devirlerinde, geçmişin ürünü olan yanlış adetlerin bir zaman için kendini göstermeye ve etki yapmaya gücü yetmediyse de, bir müddet sonra İslami gerçekleri benimsemekten, İslami esaslara dayanarak hareket etmekten çok, geçmişin mirasından olan adet ve inançları dine karıştırmaya başlamışlardır.
İslam gerçeklerinden uzaklaştıkları için kendilerini düşmanlarının esiri yaptılar.
ıslamiyetin ilk parlak devirlerinde, geçmişin ürünü olan yanlış adetlerin bir zaman için kendini göstermeye ve etki yapmaya gücü yetmediyse de, bir müddet sonra ıslami gerçekleri benimsemekten, ıslami esaslara dayanarak hareket etmekten çok, geçmişin mirasından olan adet ve inançları dine karıştırmaya başlamışlardır.
Bu yüzden islamiyete girmiş olan birçok milletler, ıslam oldukları halde çökme, yokluk ve gerileme ile karşı karşıya kaldılar. Geçmişlerinin yanlış veya boş alışkanlık ve inançları ile ıslamiyeti karıştırdıkları ve bu şekilde ıslam gerçeklerinden uzaklaştıkları için kendilerini düşmanlarının esiri yaptılar.
Bu ıslam milletleri arasında bizim milletimiz olan Türkler, milli gelenek ve görenekleri itibariyle yanlış şeylere sahip değillerdi. Türk toplumunun geleneklerinin pek çoğu ıslam gerçeklerine uygun ve yakındı. Ama Türkler bulundukları bölge, yaşadıkları yer itibariyle bir taraftan ıran ve diğer taraftan Arap ve Bizans milletleriyle temas halinde idiler. Şüphe yok ki, temasların milletler üzerinde tesirleri görülür. Türklerin temas ettiği milletlerin o zamanki medeniyetleri ise yozlaşmaya başlamıştı. Türkler bu milletlerin yanlış adetlerinin, kötü yönlerinin tesirinden kendilerini kurtaramamışlardır. Bu durum kendilerine karmakarışık, bilimsel ve insani olmayan zihniyetler doğurmaktan geri kalmamıştır. ışte çöküşümüzün belli başlı sebeplerinden birini bu nokta teşkil ediyor.
Yine biliyorsunuz ki, ıslam dünyasına dahil toplumlar ile Hristiyan dünyası kitleleri arasında birbirini affetmeyen bir düşmanlık, kin vardır. ıslamlar Hristiyanların, Hristiyanlar ıslamların ebedi düşmanları oldular. Birbirlerine kafir, tutucu gözüyle baktılar. ıki dünya birbirleriyle asırlardan beri bu tutuculuk ve düşmanlıkla yaşadı. Bu düşmanlığın neticesidir ki, ıslam dünyası, batının her asır yeni bir şekil ve renk alan gelişmesinden uzak kalmıştı. Çünkü ıslam alemi o gelişmeye değer vermiyor, nefretle bakıyordu, aynı zamanda, iki kitle arasında yüzyıllardır devam eden düşmanlığın zorlamasıyla ıslam dünyası silahını bir an elinden bırakmamak zorunluluğunu duyuyordu. ışte silahla bu devamlı uğraşma, düşmanlık hissi, batının gelişmelerine ilgi göstermemek, gerileyişimizdeki nedenlerin diğer bir önemli sebebini teşkil eder. Bu saydığım sebeplerden başka asıl bizim milletimizin, özellikle aydınlarımızın çok dikkatle, çok önemle göz önünde tutacağı bir sebep vardır ve bence bu sebep şimdiye kadar ilerleyemeyişimizin, en son düzeyde kalışımızın –unutmayalım- memleketimizin baştan başa harabe oluşunun gerçek sebebidir.
Gerileyişimizin bu ana sebebini şu nokta teşkil ediyor: Islam dünyası iki sınıf ayrı toplumdan oluşur. Biri, çoğunluğu oluşturan halk, diğeri azınlığı oluşturan aydınlar. Bozuk zihniyetli milletlerde büyük çoğunluk başka hedefe, aydın denen sınıf başka zihniyete sahiptir. Bu iki sınıf arasında tam bir zıtlık, tam bir muhalefet vardır. Aydınlar, ana kitleyi kendi hedefine sevk etmek ister; halk kitlesi ve halk ise bu aydın sınıfa uymak istemez. O da başka bir yön tayinine çalışır. Aydın sınıfı, kitlenin çoğunluğunu telkinle, doğru yolu göstermekle kendi maksadına göre inandırmakta başarılı olamayınca, başka vasıtalara başvurur. Halka karşı kibirli olmaya, ona hükmetmeye, halkı zorla ve keyfi idare etmeye kalkar. Artık burada asıl incelenecek noktaya geldik. Halkı ne birinci şekil ile ne de hükmetme ve keyfi idare ile kendi hedefimize sürüklemekte başarılı olamayacağımızı görüyoruz: neden?
Bunda başarılı olmak için aydın sınıfla halkın zihniyet ve hedefi arasında doğal bir uyum olması gerekir. Yani aydın sınıfın halka aşılayacağı fikirler, halkın ruh ve vicdanından alınmış olmalıdır. Halbuki bizde böyle mi olmuştur? O aydınların aşıladığı fikirler milletimizin ruhunun derinliğinden alınmış fikirler midir?
Şüphesiz hayır, aydınlarımız içinde çok iyi düşünenler vardır. Fakat genel olarak şu hatamız da vardır ki, inceleme ve araştırmalarımıza temel olarak çoğunlukla kendi memleketimizi, kendi tarihimizi, kendi geleneklerimizi, kendi özelliklerimizi ve ihtiyaçlarımızı almayız. Aydınlarımız belki bütün dünyayı, bütün diğer milletleri tanır, ama kendimizi bilmeyiz.
Aydınlarımız, milletimi en mutlu millet yapayım der. Başka milletler nasıl olmuşsa onu da aynen öyle yapayım der. Fakat düşünmeliyiz ki, böyle bir teori hiçbir devirde başarılı olmuş değildir. Bir millet için mutluluk olan bir şey diğer bir millet için felaket olabilir. Aynı sebep ve şartlar birini mutlu ettiği halde diğerini mutsuz edebilir. Onun için bu millete gideceği yolu gösterirken dünyanın her türlü ilminden, keşiflerinden, ilerlemesinden faydalanalım. Fakat unutmayalım ki, asıl temeli kendi içimizden çıkarmak zorundayız.
Milletimizin tarihini, ruhunu, geleneklerini doğru, sağlıklı, dürüst bir görüşle görmeliyiz. ıtiraf edelim ki, hala ve hala fikir bakımından aydınlarımızın gençleri ile halk arasında uyum gerçekleşmiş değildir. Memleketi kurtarmak için bu iki zihniyet arasındaki ayrılığı durdurmak, yürümeye başlamadan önce bu iki zihniyet arasındaki uyumu sağlamak gerekir. Bunun için de biraz halk kitlesinin yürümesini hızlandırması, biraz da aydınların çok hızlı gitmesi gerekir. Fakat halka yaklaşma ve halkla kaynaşma daha çok ve daha fazla aydınlara yöneltilen vazifedir.
Gençlerimiz ve aydınlarımız ne için yürüdüklerini ve ne yapacaklarını öncelikle kendi düşüncelerinde iyice tekrarlamalı, onları halk tarafından iyice benimsenip kabul edilebilir bir hale getirmeli, onları ancak ondan sonra ortaya atmalıdır. Ben çok ümitliyim ki, gençlerimiz bunu yapacak derecede yetişkindir. Biliyorum ki ihtiyarlarımız gibi gençlerimizin de tecrübeleri vardır. Zira milletimizin yakın senelere ait gördüğü acı dersler, yakın yılların en yoğun olayları ile dolu oluşu, devrimizin gençlerini eski devirlerin ihtiyarları kadar ve belki onlardan fazla olayın şahidi, dolayısıyla gençliğimizi ihtiyarlar kadar tecrübe sahibi yaptı. Her hangi bir gencimiz yaşadığı devrin belki üç katı oranında olaya şahit olduğu için her gencimiz üç misli yaş sahibi sayılabilir, onları da ihtiyarlar gibi tecrübeli kabul edebiliriz. Gençlerimizin sahip olduğu bu tecrübelerden istifade ederek çalışkan, memlekete faydalı ve büyük imanla donatılmış olarak vazifelerini hakkıyla yerine getireceklerine eminim.
Bizim halkımız çok temiz kalpli, çok asil ruhlu, ilerlemeye çok kabiliyetli bir halktır. Bu halk eğer bir defa karşılarındakilerin kendilerine samimiyetle hizmet etmekte olduklarına inanırsa her türlü hareketi derhal kabule hazırdır. Bunun için gençlerin her şeyden önce millete güven vermesi gerekir.
Bunun için idealimizi açıklıkla ifade etmeliyiz. Onu imanla duymalı ve onu çok sabırlı bir şekilde takip etmeliyiz. Kişisel çıkar, bencil isteklerimizden arınmayı ancak böyle canlı, alevli ideal sayesinde başaracağız. Gençlerin kardeşleriyle, babalarıyla, tecrübeli ihtiyarlarıyla, ıslam ruhuna sahip gerçek şerefli alimleriyle beraber çalışmasında başarıya ulaşacağı kesindir.
Fakat bütün iyi niyete, gösterilen bütün sabıra, azim ve dayanıklılığa, ortaya konan bütün birlik ve dayanışmaya rağmen yine en güzel, en isabetli, en doğru zihniyetleri ve idealleri bozmaya çalışacak insanlara, tesadüf edilecektir. Öylelerine karşı bütün millet fertleri çok şiddetli karşılıkta bulunmalıdır. Hepimiz için öylelerine karşı ezici bir kitle şeklinde bulunmamız en zorunlu bir vicdan gereğidir.
Çünkü terbiye gereği olarak, bu hususta bozgunculuk yapacak insanlara hoşgörü göstermek, büyüklük göstermek; bekli, bir milletin mutluluğuna, şerefine, namusuna göz dikmiş insanlara hoşgörü göstermek olur ki, hiçbir zaman, hiçbir kişi bunu müsaade edemez. Hiç kimse buna müsaade etmek hakkına sahip değildir ve siz de olmamalısınız.
Bir milletin namuslu bir varlık ve saygın bir mevki sahibi olması için, o milletin yalnız bilgili, teknik bilgi sahibi olması yeterli değildir. Her ilmin, her şeyin üstünde bir özelliğe sahip olması lazımdır ki, o da milletin belirli ve olumlu bir karaktere sahip olmasıdır. Böyle bir karaktere sahip olmayan kişiler ve böyle kişilerden meydana gelen milletler hiçbir zaman gerçek bir devlet kuramazlar. Böyle milletler birer karışıklık yuvası olurlar. Benim bildiğime göre memleketimizde uzun yıllardan beri açılmış ve halen kutsal ateşlerle yanan ve alevi her mensubunun kalp ve vicdanını aydınlatan Türk Ocaklarının esas gayesi millete böyle olumlu bir karakter vermektir. Türk ocakları milletin kültürü üzerinde önemli tesirler yapmalıdır. Zaten bunu yapıyorlar ve daha fazlasıyla yapacaklardır. Biz milliyet fikirlerini uygulamada çok gecikmiş ve çok ilgisiz kalmış bir milletiz.
Bunun zararlarını fazla çalışmayla karşılamaya çalışmalıyız. Bilirsiniz ki, milliyet teorisini, millet idealini yok etmeye çalışan teorilerin dünya üzerinde uygulaması mümkün olmamıştır. Çünkü, tarih, olayların gelişimi ve gözlemler, her zaman insanlar ve milletler arasında milliyetin daima egemen olduğunu göstermiştir ve milliyet prensibi aleyhindeki büyük çapta fiili tecrübelere rağmen yine milliyet hissinin öldürülemediği ve yine kuvvetle yaşadığı görülmektedir.
Özellikle bizim milletimiz, milletini bilmez görünmesinin çok acı cezalarını çekmiştir. Osmanlı imparatorluğu içindeki çeşitli toplumlar hep milli inançlara sarılarak, milliyet idealinin kuvvetiyle kendilerini kurtardılar. Biz ne olduğumuzu, onlardan ayrı ve onlara yabancı bir millet olduğumuzu sopa ile içlerinden kovulunca anladık. Kuvvetimizin zayıfladığı anda bizi hor ve hakir gördüler. Anladık ki, kabahatimiz kendimizi unutmaklığımızmış. Dünyanın bize saygı göstermesini istiyorsak öncelikle bizim kendi benliğimize ve milliyetimize bu saygıyı hissi, fikri ve fiili olarak bütün davranış ve hareketlerimizle gösterelim; bilelim ki milli benliğini bulmayan milletler başka milletlerin avı olurlar.
Milli varlığımıza düşman olanlarla dost olmayalım. Böylelerine karşı bir Türk şairinin dediği gibi,
"Türküm ve düşmanım sana, kalsam da bir kişi" diyelim.
Düşmanlarımıza bu gerçeği anlattığımız gün, fikrimize, idealimize, geleceğimize yan bakan her kişiyi düşman kabul ettiğimiz gün, milli benliğe uzanacak her eli şiddetle kırdığımız, milletin önüne dikilecek her engeli derhal devirdiğimiz gün, gerçek kurtuluşa ulaşacağız. Ve sizler gibi aydın, azimli, imanlı gençler sayesinde bu kurtuluşa ulaşacağımıza emin olabiliriz…
Her şeyden önce şunu en basit bir dini gerçek olarak bilelim ki, bizim dinimizde özel bir sınıf yoktur. Ruhbaniyeti reddeden bu din, dinde tekeli kabul etmez. Mesela bilginler; halkı aydınlatma vazifesi mutlaka bilginlere ait olmadığı gibi, bu hususu dinimiz de kesinlikle yasaklar. O halde biz, bizde özel bir din sınıfı vardır diyemeyiz. Diğerleri dinen aydınlatma hakkından yoksundur. Böyle düşünürsek kabahat bizde, bizim cahilliğimizdedir. Hoca olmak için, yani dini gerçekleri halka anlatmak için, cübbe giymek şart değildir. Bizim yüce dinimiz, her erkek ve kadın müslümana genel olarak araştırmayı emrediyor ve dinimize göre, her erkek ve kadın Müslüman dindaşlarını aydınlatmakla yükümlüdür.
Bir fikri daha düzeltmek isterim. Milletimizin içinde gerçek alim, alimlerimiz içinde milletimizin gerçekten iftihar edebileceği bilginlerimiz vardır. Fakat bunlara karşılık ilim örtüsü altında gerçek ilimden uzak, gereği kadar yetişmemiş, ilim yolunda gereği kadar ilerleyememiş hoca kıyafetli cahiller de vardır. Bunların ikisini birbirine karıştırmamalıyız.
Bir fikri daha düzeltmek isterim. Milletimizin içinde gerçek alim, alimlerimiz içinde milletimizin gerçekten iftihar edebileceği bilginlerimiz vardır. Fakat bunlara karşılık ilim örtüsü altında gerçek ilimden uzak, gereği kadar yetişmemiş, ilim yolunda gereği kadar ilerleyememiş hoca kıyafetli cahiller de vardır. Bunların ikisini birbirine karıştırmamalıyız.
Seyahatlerimde birçok gerçek aydın bilginlerimizle temas ettim. Onları en yeni ilim terbiyesini almış, sanki Avrupa'da okumuş bir seviyede gördüm. ıslamın gerçeğini ve ruhunu bilen bilginlerimizin hepsi bu olgunluk derecesindedir. Şüphesiz ki, bu gibi bilginlerimizin karşısında imansız ve hain bilginlerde vardır, fakat bunları onlara karıştırmak doğru olmaz.
Hakiki bilginler ile dine zararlı bilginlerin birbirine karıştırılması Emeviler zamanına rastlamıştır. Hazreti Peygamber'in yaşadığı Müslümanlığın en mutlu zamanlarında, Hazreti Peygamber'imizn ölümünden sonra dört halife hazretlerinin zamanlarında, doğrudan doğruya Hazreti Peygamber'imizin çağrısı ve dört halifenin aydınlatmaları ile Müslüman olup kurtuluşa kavuşan Müslüman kitleler arasında; ta ki Muaviye ile Hazreti Ali'nin karşı karşıya geldiği zamana kadar; hakiki bir incelik, kalpten saygı ve büyük bir bağlılık vardı. Sıffin olayında Muaviye'nin askerleri Kur'anı Kerim'i mızraklarına taktılar ve bu şekilde Hazreti Ali'nin ordusunda tereddüt ve güçsüzlük meydana getirdiler. ışte o zaman dine bozgunculuk, Müslümanlar arasına soğukluk girdi ve o zaman, doğru ve gerçek olan Kur'an, haksızlığı kabule vasıta yapıldı. En despot hükümdarlardan olan Muaviye'nin nasıl bir hile neticesinde Halifelik sıfatını kazandığını biliyorsunuz. Ondan sonra bütün zorba hükümdarlar hep dini alet edindiler; keyfi idarelerini ve ihtiraslarını kabul ettirmek için hep bilginler sınıfına başvurdular. Bilginler, inancı tam bilginler, hiçbir vakit bu zorla hükmeden hükümdarlara boyun eğmediler. Onların emirlerini dinlemediler, tehditlerinden korkmadılar. Bu gibi bilginler kamçılar altında dövüldü, memleketlerinden sürüldü, zindanlarda çürütüldü, darağaçlarında asıldı. Ancak onlar yine dini o hükümdarların keyfine alet yapmadılar. Fakat gerçekten bilgin olmamakla beraber sırf o rolde bulundukları için bilgin sanılan, menfaatine düşkün açgözlü ve imansız bir takım hocalar da vardı. Hükümdarlar işte bunları ele aldılar ve işte bunlar, dine uygundur diye fetvalar verdiler. Gerektikçe yanlış hadisler bile uydurmaktan çekinmediler. ışte o tarihten beri saltanat tahtında oturan, saraylarda yaşayan, kendilerine halife adı veren zorba hükümdarlar bu gibi hoca kıyafeti yalancılara iltifat ettiler ve onları korudular, hakiki ve imanlı bilginler her zaman ve her devirde onların sevmediği kişiler oldu.
Üçbuçuk dört yıl öncesine kadar, yaşayan Osmanli hükümdarları da aynı şeyleri yapmışlar, aynı yol göstericilerden faydalanmışlardı. Osmanlı tarihinden bu hususta uzun örnekler göstermeye gerek yok, son Osmanlı hükümdarı Vahdettin'in hareketi gözünüzün önündedir. Onun emriyledir ki, bile bile ölüme götürülen milleti kurtarmak isteyenler isyancı ilan edildi. Onun emriyle millet ve vatanı kurtarmak için kan döken aziz ordumuzun isyancı sürüsü olduğuna dair fetvalar veren bilgin kıyafetli kimseler çıktı. Onlar da fetvaları Yunan uçakları ile ordumuzun içine atıyorlardı. ışte bu noktada soruyu soran arkadaşımıza yerden göğe kadar hak veririm. Bilginler içinde böyle hainleri koruyan, düşmanca hareketlerini hükümlere bağlayan, din örtüsü ve şeriat sözleriyle milleti hataya düşürüp kandıran bilginlerin –onlar için bu tabiri kullanmak istemem- ve böyle kötülüklere alet olan insanların yüzündendir ki, dört halifeden sonra din daima siyasete, menfaate, keyfi idareye alet edildi. Bu durum Osmanlı tarihinde böyle idi. Fakat şunu görüşlerinize sunarım ki, böyle adi ve alçak hilelerle hükümdarlık yapan halifeler ve onlara dini alet yapma aşağılığını gösteren sahte ve imansız bilginler tarihte daima rezil olmuşlar, rezil edilmişler ve daima cezalarını görmüşlerdir. Abbasi halifelerinin sonuncusu biliyorsunuz ki, bir Türk tarafından parçalanmıştı. Dini kendi ihtiraslarına alet yapan hükümdarlar ve onlara yol gösteren hoca ünvanlı hainlerin sonları hep böyle olmuştur. Böyle yapan halifeler ve bilginlerin arzularına kavuşamadıklarını tarih bize sonsuz örneklerle açıklamakta ve ispat etmektedir. Artık bu milletin ne öyle hükümdarlar, ne öyle bilginler görmeye katlanma gücü ve imkanı yoktur. Artık kimse öyle hoca kıyafetli sahte bilginlerin yalanlarına önem verecek değildir. En cahil olanlar bile o gibi adamların amaçlarını pekala anlamaktadır. Fakat bu hususta tam bir güven sahibi olmamız için bu göz açıklığını, bu uyanıklığı, onlara karşı, bu nefreti, gerçek kurtuluş anına kadar bütün kuvvetiyle hatta gittikçe artan bir kararlılıkla korumalı ve devam ettirmeliyiz. Eğer onlara karşı benim şahsi fikrimi öğrenmek isterseniz, ben şahsen onların düşmanıyım derim. Onların olumsuz yönde atacakları bir adım, yalnız benim şahsi imanıma değil, o adım benim milletimin hayatı ile ilgili, o adım milletimin hayatına karşı kötü bir niyet, o adım milletimin kalbini hedef alan zehirli bir hançerdir. Benim ve benimle aynı fikirdeki arkadaşlarımın yapacağı şey mutlaka ve mutlaka o adımı atanı tepelemektir.
Şüphe yok ki arkadaşlar, millet birçok fedakarlıklar ve kanı pahasına en sonunda elde ettiği hayati prensibine kimseyi tecavüz ettirmeyecektir. Bugünkü hükümetin, meclisin, kanunların, anayasanın esası ve var oluş nedeni hep bunun içindir.
Sizlere bunların da ötesinde bir söz söyleyeyim. Olacak şey değil ama eğer bunu sağlayacak kanunlar olmasa, bunu sağlayacak meclis olmasa, böyle olumsuz atanlar karşısında herkes çekilse ve ben tek başıma kalsam bile, onları tepeler ve yine öldürürüm.
M. Kemal Atatürk